Oldum olası Şair Hilmi Yavuz’un Hüzün ki en çok yakışandır bize/Belki de en çok anladığımız/Biz ki sessiz ve yağız/bir yazın yumağını çözerek/ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze” şeklinde başlayan ve devam eden şiirini kendimize yaşadığımız hayat adına bir yol haritası olarak kabul etmiş olduğmuzudan ne yaparsak yapalım, nereye gidersek gidelim sonunda “Elde Var Hüzün” şeklinde bir çaresizlik içerisinde kalıyoruz.

Türk milletinin çok istediği halde hangi dünya görüşü iktidarolursa olsun bir türlü değişmeğen kötü kaderi dolayısı ile yüzü zaten gülmüyor, Belki içersinde yaşamak zorunda kaldığımız bu zor Coğrafya dolayısı ile belki yukarıda belirttiğimiz gibi seçip iş başına getirdiğimiz siyasetçilerin öngörüsüzlüğü nedeni ile zaten hüzün mevsimine mahkum edilmiş bir anlayışa teslim durumdayız.

“Ankara’nın bağları ve Erik dalı gevrektir aman eğmeye gelmez” türkülerini bir tarafa bıraktığımızda Türk insanının genel anlamda kendisini hüzünlendiren, bulunduğu andan çok ama çok gerilere götüren daha da uç bir ifade ile “Mazoşit” bir noktaya getiren süreç kabul etmek gerekir ki “Dertleri zevk edindim/bende neşe ne arar.?” dizelerinde kendisini buluyor.

Kendimizi bu hüzün dolu mevsimden kurtarabilmek adına aslında belli zamanlarda eniş mesafleri adımlarda atmıyor değiliz, ancak bu kararı verdiğimiz zamanlarda evin kapısından girip, İkiside üniversite mezunu olan eşimizi ve kızımızı televizyonun karşısında oynayan bir dizi filminde iki gözü iki çeşme ağlarlarken ve bu ağlamalarında sadece reklam aralarında son verdiklerini görünce hüzün mevsiminden kurtulma adına harcadığımız zamanında boşa geçtiğine iyiden iyiye kanaat getiriyoruz.

Dikkat edilirse Başta Müslüm Gürses-Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur olmak üzere bu cenahta ne kadar sanatçı varsa bir tamamı bu milletin gözünde yaş bırakmayan, büyük acılar yaşatan kimlikleri ile ön plana semboller olarak görüyoruz ve işin kötüsü kendilerinden bir türlü vazgeçemiyoruz.

Zaman zaman konu ile ilgili söz söyleme-fikir yürütme durumunda olan büyüklerimize “bu memleket neden hüzün denizinde,neden daha keyifli eserlere yöneliyorlar.?” diye sorduğumuzda muatabımız bize sosyolojiden, girip, psikolojiden devam edip, kuramcılıktan dem vuruyorlarsa da en sonunda kullandıkları Rahmetli Müslüm Gürses’in Yakarsa dünyayı garipler” yakar özdeyişinden öteye gidemiyorlar.

Tabi işin latifesi bir tarafa Sınırları içerisinde yaşadığımız ve yurt yapmaya çalıştığımız bu zor coğrafyayı elimize tutmak adına , Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını, Kurtuluş Savaşını, Çanakkale Savaşını yaşamış, Cumhuriyeti kurmak kurduktan sonrada yaşatmak adına gencecik çocuklarını “Hey onbeşli onbeşli” sesleri ile bir cepheden başka bir cepheye göndermek zorunda kaldığımız bir Coğrafyada bulunduğumuzu unutmamak gerektiğine inanıyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Cumhuriyetin kurulması, Çökmüş bir İmparatorluktan ortaya Genç Türkiye Cumhuriyetinin çıkartılması, Savaşlarda ki kayıplardan dolayı kadın nüfusunun erken nüfusundan daha fazla olduğu bir ülkede savştan daha önemli olan “Ekonomik Seferberliğin” tamamlanması adına dab u milletin epey bir kahır çekmek zorunda kalmasını da hatırlarımızdan asla çıkarmıyoruz.

Sonrası ile ilgili olup bitenleri bizim yaş gurubumuzda olanların büyük oranda hatırlayabileceklerini düşnüyoruz, 27 Mayıs 1960 İhtilali, 12 Mart 1971’deki muhtıra, 12 Eylül 1980 tarihinde Beşli Askeri Cunta tarafından gerçekleştirilen ihtilal ve en sonuncusu da 15 Temmuz 2016 tarihinde kalkışılan ve milletimizin büyük sağduyusu ile defedilen aşağılık Darbe girişimi.

İçeriden,dşarıdan bu kadar büyük darbe ve dayatmalara mecbur bırakılan, “Tam “Cumhuriyet kuruldu, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Genç Türkiye Cumhuriyetini dünya durdukça duracak bir memleket haline getirdi, inşallah bundan sonra rahat ve huzurlu bir hayat süreceğiz” diye düşünürken her on yılda bir maruz kaldığı Darbe ve darbe girişimlerinde eşini-dostunu-akrabasını hadi hepsini geçtiken az bir tanıdığını kaybeden bir memleketin insanına “Sen sakın hüzünlenme dertlenme-Neşeli ol” nasıl diyebileceğiz ki?

Belkide ykarıda yazdığımız ve bir türlü kurtulamadığımız sıkıntılar yüzünden Hilmi Yavuz’un “Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize/Hüzün ki en çok yakışandır bize/Belki de en çok anladığımız/Biz ki sessiz ve yağız/bir yazın yumağını çözerek/ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze/ovayı köpürte köpürte akan küheylan/ve günleri hoyrat bir mahmuz/ya da atlastan bir çarkıfelek/gibi döndüre döndüre/bir mapustan bir mapusa yollandığımız/Biz, ey sürgünlerin Nazım'ı darken/tutkulu, sevecen ve yalnız/Gerek acının teleğinden ve gerek/lacivert gergefinde gecelerin/şiiri bir kuş gibi örerek/halkımız, gülün sesini savurup/bir türkünün kekiğinden tüterken/der ki, böyle yazılır sevdamız/Hüzün ki en çok yakışandır bize/Belki de en çok anladığımız...”dizeleri bizi sarıp sarmalıyor,kendimizi bu dizeler ile anlatmanın, ifade etmenin daha kolay olacağını ortaya koyuyor.

Birde 14 Ekim 2006 tarihinde kaybettiğimiz büyük besteci Rahmetli Selahatin İçli’ninHüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir/Gönlümün kıyısına vurur/Aşınan kayalar gibi rûhum/Suskun, yorgun öylece durur” dediği ve bizi asla terketmeyen Hüzün var ama onuda anlatmaya sahifeler yetmez, Bu durumda ne kadar toplayıp,çıkarıp,çarpsakta sonunda “Elde Var Hüzün” diyeceğimizden en iyisi mevcudu muhafaza etmek.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

banner266

banner263